Sitedeki ilk yazımda aklıma eseni yazmak istedim. İnsanın aklına eseni “egemenlerin kurduğu düzende” eyleme dökmesi mümkün değil; fakat aynı insan en azından aklına eseni yazma zevkini “hedonist” bir tavırla yerine getirmeli. Yazma eylemi, bu tür platformlarda vazife hüviyetinden uzaklaşmalı… Yazı bir zevk aracı, entelektüel bir zevk unsuru olursa kanımca anlam kazanır. Şu anda yazma için özel bir çaba sarf etmediğimi itiraf etmeliyim. Klavye ve karanlık bilgisayar ekranı hafızamda neyi uyandırdıysa parmaklar onu aktardı. Burada suç elbette parmakların değil… Özetle, merhaba niteliğinde bir yazı olsun istedim…
Düşünce üzerine yol alan tarihsel süreç bize birçok farklı katkı ve aşamalar sunar. Bunlar hadiseler, gelişmeler ve ilerlemeler olarak da değerlendirilebilir. Bu noktada her bir geçen zaman insanlığın zihnine bu üç veçhenin bileşimi olan tecrübe ve (tabir-i diğerle) birikim ekler. İnsanın belki de tabiatın diğer unsurlarından kendi konumunu ayrık kılması, bunun neticesidir. İnsan düşünür ve ilerler. Düşüncenin bir nevi karşı konulmaz bir nihayetidir ilerleme. Her bir tecrübî katkı insanın önüne çekilen her bir setin aşılması için eklenen bir basamaktır. Yeter ki insan düşünmemeye ve öğrenmemeye yazgılı olmasın. Düşünce demişken aklın buradaki rolü de hatırlanmalı, yadsınamayacak kadar ulvi bir kudrete sahip: Akıl…Anımsayın XVIII. asrın Aydınlanma (Enlightenment) ile sıfatlanması “Aklın” galebesiyle mümkün olmuştu. Bu asırda Tanrısal ne kadar unsur ve kaide varsa aklın saltanatı altında tarumar edilerek, onun çelik ökçesinde ezilir. Sonrasında insan “artık hüküm benim” diyerek akla ve düşünceye “zirve” bir nokta bahşeder. Görünen oku “Aydınlanma” ile bahşeden rolleri takas edilir. Özne merkezli düşünce “Mutlak”ın karşısında zafer naralarını büyük bir zevkle atmaktadır.
Aradan geçen üç asırda aklın neleri imkân sahasına çektiğini gördük. Mutlak olanın yarattığı karanlık düşünceler(!)den insanlığı kurtarıp kurtarmadığı da kuşkulu… Aydınlanma (Enlightenment) bir aydınlanma sağladı mı?!… Üç asırdaki katl(edilme), ve ölüm oranlarına bakınca mesele epey çetrefil bir labirente sapıyor.
Akıl demişken onun en bariz eylemi düşünceye dönelim… Esasında susama ihtiyacını gidermek için yapılan su içme eylemi de bir düşünce faaliyeti olabilir ancak biz “Fikir”de denilen bir anlam çerçevesinde meseleye bakalım. Fikir kanımca insanın zihni faaliyetleri arasındaki en mühim düşünsel eylemdir. Fikrin yaratıcı ve yarattığını eyleme dökücü gücü dünyaya en acılı örneğini 20. asrın savaşları ve halk hareketlerinde yaşattı. İnsanlar fikirler için ölmeyi, bu asırda sevdikleri için ölmekten daha önemli kıldı. Ölmek, bir nevi bir fikrin uğruna yapılabilen en derin ve uç eylemdi. Bir şeyler için ölmekti insanı mutlu kılan. Hâlâ buna benzer ölümleri arzulayanlar vardır. Ama gelişen dünyada bir önceki yüzyıldan farklı olarak insanın ölme formları da dönüştü. Bu formlar da, bir kenarda ve insanlıktan uzakta kalsın, biz “FİKİR” e dönelim.
İnsanın bir nizama soktuğu fikri yine aynı insan eliyle birçok yaratımı sağlamıştır. Kimi fikrini bir kitap kimi bir resim kimi de mimari gibi sanatsal faaliyetlerle ortaya sunarken, bir kurgu etrafında olanlar da yok değildir. Realiteyi ve rasyonal bakış açısını seven biri olmama karşın hep kurgusal (bilimkurgusal değil) olan merakımı celbeder. Kurgusal olanın içinde ise en ilginci “Ütopyalar”dır. Ütopya’yı Türk Dil Kurumu, "Gerçekleşmesi imkânsız tasarı veya düşünce." diye tanımlamış… İnsan kendine sormuyor değil; gerçekleşmeyen bir tasarı var mıdır bu çağda? Elbette vardır, işin latifesi size kalsın. Etimolojisine indiğimizde olmayan yer anlamına gelen, “Utopia”, “Ou” ile “Topos” ile oluşturulan birleşik bir sözcük. Antik Yunan’da “Ou” kelimesi “değil”,“topos” ise “yer, ülke” manasını sırtlanır.*
Bunlardan bahsederken zihninizde Thomas Mann’ın eseri belirdi farkındayım ancak içeriğe dâhil etme niyetinde değilim. Politik sahada dikkatimi çeken iki Ütopyaya projektör yakalım. Biri Platon’un Devlet adıyla çevrilen “Politeia”sı diğeri ise Fârâbî’nin “İdeal Devlet” “Erdemli Şehir” diye tercüme edilen “el-Medînetü’l-Fâzıla”sı. Bu sütunda, bu iki yetkin eserin derinlikli muhtevasına girmenin mümkün olmayacağını biliyorum ancak fikir bahsinde bir kıyası yani mukayeseyi bende çağrıştırdığı için bahse konu etmek istedim. Platon’un Politeia’sı toplumsal sınıfların bulunduğu ütopik bir devlet tahayyül eder. Var olan devletlerin yetkinlikten ve adaletten uzak tavrı Platon’u buna, yani tahayyül zemininde kurgusal bir devlet kurmaya sevk etmiştir. Politeia’da oluşturulan sınıfın en üst konumuna yerleştirdiği ve yöneticilerin ve kralların bu zümreden çıkmasını istediği sınıfın aktörleri “Filozoflar”dır… Bir filozof-kral modeli betimler ve açıkçası filozoflardan oluşan bu zümreye büyük değer atfeder. Fârâbî de Platon’a benzer bir devlet tahayyül eder ancak onun farklılığı yönetici hususunda öne çıkar. Fârâbî mutlak anlamlar yüklediği ve Tanrısal bir vazife icra ettiğini düşündüğü tek bir yöneticinin varlığını kabul eder. Buna kimi felsefi yorumlarda “Peygamber” kavramı ile mukabele edilir. Fârâbî, birçoğuna göre “Peygamber[ler]”in yönettiği bir model yaratmış, Tanrısal alanın talimatları ve bilgileri olan vahiy de bu yönetimin yazılı yasaları olmalıdır vs… diye düşünmüştür.
Buradan nasıl bir anlam örgüsü çıkacak derseniz, “Fikir” insanın esasında salt düşünsel bir eylemin anlamlı bütünü olmaktan çıkıyor ve insanın çevresel etkileri de (Aristoteles, İbn Haldun ve Montesquieu gibi düşünürlerde de benzer bir tutum vardır) fikrin inşâsı için bir ara neden konumuna yaklaşıyor. Ütopyalardaki farklılıklardan çıkarımladığım bu… Fârâbî’ye “Tek” yönetici dedirten gerçekler salt düşünsel değildir, demek istiyorum. Fikrin çevresel, kültürel, dinî ve politik yanı her zaman o fikrin kuytularında bir yerlerde kendini ele vermektedir. Fârâbî neden “Tek”, Platon neden bir “Topluluk” demiştir… Neden’ini de siz düşünün, beni yormayın… ?
*Kaynak: https://www.etimolojiturkce.com/arama/%C3%BCtopya
Hiç yorum yok