Tarih 19 Mayıs 1894.
Devrin hükümdarı Sultan II. Abdülhâmid Han bir ferman buyurur. Kesin bir emri ifade eden bu ferman doğrudan Maârif İdâdîlerine; yani dönemin Milli Eğitim Bakanlığındaki vazifeli ve yetkili bireylerinedir.
Tarih 6 Ekim 1894.
Manastır Askerî İdâdîsi Zühdü Paşa fermana mukâbil bir cevap yazar. Bu cevaba göre vazifeli idârilerin çoğunluğu hem fikirdir ki ferman buyrulan ıslâhâta lüzum yoktur. Üstelik söz konusu meselede herhangi bir ıslâhâta da hâcet yoktur(!)
Bu cevap yalnızca bir meselenin girdabı değil; aynı zamanda saltanatın köklü temellerinin bir sarsıntısıydı. Kadim bir ulusun en hassas değerlerinin, duyarsız mümessillere teslim edilmişliğinin vesîkası; ya da çürümekte olan bir yaranın umursuzluğu…
Söz konusu ıslâhât emrinin hedefi, Türk diliydi. Sultan, Türk dilinde bir değişimin gerekliliğini saptamış ve bunu “ilgili” makamlara resmi bir vesika ile iletmişti. Fermanın mâhiyetini temsil eden giriş kısmı şöyledir (sâdeleştirilmiş hâli):
“Sözün güzel ve doğru söyleme kâidelerine uygun olabilmesi diğer şartlarla birlikte, alışılmamış kelimelerle söylenmeyişine bağlıdır. Yazı dilinde Arabî ve Fârisî kelimelerin hepsi birden kullanılırsa bilinmeyen, alışılmayan birçok kelimeye rastlanmış olur. Mümkün olduğu kadar Türkçe kelimeler kullanılarak açık yazılmış sözler ise merâmı ve maksadı tamâmıyle anlatır. Böyle sözlerde daha ziyâde kolaylık ve akıcılık bulunacağı meydandadır.
Osmanlı müellifleri maksad ve meramlarının kolayca anlaşılması yoluna gitmeyip ne kadar çok Arabî ve Fârisî kelime bildiklerini göstermeği mârifet sanmış meselâ lisânımızda (taş) sözü varken bunun yerine pek çok kimsenin meçhûlü olan (senk) veya (hacer) kelimelerini kullanmayı zarâfete daha uygun zannetmişlerdir.
Bu hal, birçok zararlarıyle birlikte dilimizde mevcûd çok sayıda Türkçe kelimenin terkine ve unutulmasına sebep olmuştur.”
Bu ferman, genel mâhiyetiyle ahâlinin yabancı kaldığı kelime ve ifâde yığınlarının artması ve yazarlar arasında yalnızca hüner gösterisine dönmesinin şuûrsuzluğu karşısında çıkartılmıştır. Sultan, devrin yazarlarının bilinçsizce işlediği “kallavî” Türkçeye karşı; bir çocuğun “babacığım” ifadesindeki inceliği, o saf ve mâsum Türkçe’yi meşrûlaştırmaktadır; peder-i vâlâ-güherim demek yerine…
Yine aynı dönemde bir hüner malzemesi olan Fransızca; yahut Avrupalılık… Diğer adıyla ne fikri ne vicdânı; ne rûhu ne ervâhı bizimle yakınlık dahi teşkil etmeyen yeni bir kültürün derme-çatma inşaâsı. Unutulmamalıdır ki dil, kültürün ve kimliğin en kuvvetli mimarlarındandır. Akıl onunla fikreder, hayal onunla tasavvur halindedir, vicdan onunla sızılar, dertlerimize ismini veren yine odur. Bu yeni inşaâ o denli hüviyetimizden ve ahlakımızdan uzaktır ki, gün olacak maziyi mumla aratacaktır.
Tarih 1930’lar…
Türk dilinin terbiyesinden geçmemiş, zevk ve ahengine münhasır işlenmemiş birçok kelimenin doğrudan kullanımı, “Öz Türkçe” diye anılacak bir mefhumu doğurmuştu. Peki bir dilin “öz” vasfıyla nitelenmesi ne anlama geliyor? Bir dil hangi akla hizmet “öz” olabilme hürriyetine sahiptir?
Bu mefhum bizden önce Stalin Rusya’sında kendisini gösterir. Sovyetler tarafından devrin en önde gelen ilim cemiyeti olma çabasındaki Şûra Cumhuriyetleri İlimler Akademisine Rusçayı “Öz Rusça” haline getirmek için neler gerektiğini saptayacak bir vazife verilir. Şûra ciddi tetkikler neticesinde hükümete şu raporu sunar:
“Rusçayı, öz Rusça yapmak mümkündür. Ancak bunun için Rusçada kullanılan kelimelerin yüzde yetmiş beşini terk etmek ve yerlerine yeni kelimeler bulmak gerekir.”
Stalin, dil mevzûunda bilgi sahibi olmayan bir adamdı. Fakat bir milletin dilinin, onun hüviyetini, ahlakını ve mâneviyatını teşkil ettiğini bilmek en ilimsiz olanın bile muktedir olabileceği bir tahmindir. Bu raporun nihâyetinde yapılması planlanan bütün ıslâhâtlardan vazgeçildi. Ancak aynı rapor Sovyet hükümetinin dış politikasına bir rehber oldu. “Mâdemki bir dili, öz dil haline getirmek bu denli kelimenin silinmesine mahâl veriyor…” diyen Stalin, bu politikayı daha sonra Türk devletleri üzerinde izledi.
Gel gelelim Türkiye’ye. Bu hayâlin Türkiye Türkçesi üzerindeki etkisi, Mustafa Kemâl’in konuğu olan İsveç Prensine ithâfen yaptığı şu konuşmada kendisini gösterir:
Bu gece, yüce konuklarımıza, Türkiye’ye uğur getirdiklerini söylerken duyduğum, tükel özgü bir kıvançtır. Burada kaldığınız uzca, sizi sarmaktan hiç durmayacak ılık sevgi içinde, bu yurtta, yurdunuz için beslenmiş duyguların bir yankısını bulacaksınız. İsveç-Türk uluslarının kazanmış oldukları utkuların silinmez damgalarını tarih taşımaktadır. Süerdemliği, önü, bu iki ulus, ünlü sanlı sözlerinin derinliğinde sonsuz tutmaktadır. Ancak, daha başka bir alanda da onlar erdemlerini, o denli yaltırıklı yöntemle göstermişlerdir. Bu yolda kazandıkları utkular, gerçekten daha az özence değer değildir. Avrupa’nın iki bitim ucunda yerlerini berkiten uluslarımız, ataç özlüklerinin tüm ıssıları olarak baysak, önürme, uygunluk kıldacıları olmuş bulunuyorlar; onlar bugün en güzel utkuyu kazanmaya anıklanıyorlar; baysal utkusu.
Altes Ruayâl!
Yetmiş beşinci doğum yılında oğuz babanız, bütün acunda saygılı bir sevginin söyüncü ile çevrelendi. Genlik, baysal içinde erk sürmenin gücü işte bundadır. Ünlü babanız, yüksek kralınız beşinci Güstav’ın gönenci için en ıssı dileklerimi sunarken, Altes Ruvayâl; sizin, prenses Louise’in, sevimli kızınız Altes Prenses İngrid’in esenliğine, tüzün İsveç ulusunun gönencine içiyorum."
Neyse ki bu hadisenin Türkiye’deki resmî ilerleyişi kısa sürdü. 1935 yılına gelindiğinde artık dil konusunda daha doğru, daha ılımlı bir yaklaşım sergilendi: “Türkçeleşmiş Türkçe.”
Özetle bir dilin kudreti bir başka dillerden etkilenmemekte veya “öz” olmakta değildir. Hatta bu, bilinçle işlenmiş bir mahrumiyet; bir eksikliktir. Eğer ki bir dil bünyesine aldığı kelimeyi terbiye eder; millî zevk ve ahenge uygun şekilde işlerse artık o kelimeyi milletine mâl etmiş olmakla gerçek kudret sâhibidir ki Türkçe tam da böyle bir dildir. Bugün şeft-âlû değil “şeftâli” diyoruz; gul değil “gül” diyoruz; âb-rû değil “ebrû” diyoruz… Şüphe yok ki sayısız emsâli olan bu kelimeler, Türk’ün millî zevk ve ahenginin çarkları altında ezilmiş ve Türkçeye aidiyet kazanmıştır. Bizlerinse, nice hayal ve tasavvurlarımıza heybelik eden bu kelimelere borcu, onları şuûrla işlemektir.
Hakiki dil, ait olduğu medeniyetin rûhunu, kültür ve iklîmini resmetmelidir. Yani hakiki Türkçenin sesinde İstanbul’u duyarsınız. Yerine göre dört iklimin nahifliğini veya çetinliğini, kültüre mâl olmuş mûsikînin ezgilerini, âhengini duyarsınız. Nasıl ki bir annenin sağlığı, çocuğuna verdiği sütün değerlerine tesir etmektedir; Türkçenin sağlığı da kendi medeniyetinin çocuklarının gelişimi üzerinde ciddi bir önem taşır. Yahyâ Kemâl’in de dediği gibi: “Türkçe ağzımda annemin sütüdür.” Veya:
Baktım, konuşurken daha bir kerre güzeldin
İstanbul’u duydum daha bir kerre sesinde
İnsan, ancak manâ âlemince hayâl edebilir. Ne var ki manâ âlemlerini yaratan olgu da dildir. Tüm minnet ve mihnetimizi, ayrılıklarımızı, kavgalarımızı ve sevdâlarımızı kelimelerin bize bahşedebildiği manâlar kadar yaşarız. Çünkü biz, kelimeler ile düşünür, onlarla hüviyet kazanırız. Yazımı kendime ait şu dörtlükle noktalıyorum:
Örmüş seni Türk'ün o güzel sesleri yer yer;
Hicrânları kavgâları sevdâları söyler.
İklîmine sığmış nice bin bir medeniyyet!
Binlerce yılın nağmesi âhengini süsler.
Hiç yorum yok