Lipogram, kasıtlı olarak bir harfin hiç kullanılmadığı yazı türüdür. Yunanca atlamak, noksan olmak anlamlarını kapsar. O kadar ki yazarın tüm yazı boyunca malum bir harfin idamına ant içtiğini sanmak olasıdır. Yazar, o harfi bulunduran sözcük gruplarını kullanamayacağı için daimi bir muadil mana arayışındadır. Bu arayışın yarattığı sancı; yazarın sözcük dağarcığının yanı sıra üslubunu zorlayarak onu sınırlarıyla tanıştırır. Hatta okumakta olduğunuz bu yazı bir lipogram misalidir; inşasında “e” harfi hiç kullanılmamıştır. Biz bu sancıyla boğuşaduralım; siz aziz okuyucular da bu sancılardan doğacak kıvranışların tadını çıkartın.
Sözü-üslubu kapsayan bu sancılı oyun -kastî manada bildiğimiz dil kurallarına başkaldıran, sınırları zorlayan bir stil olduğu için oyun olarak tanımlamayı arzuladım- ilk olarak, Yunan şair Lasus tarafından uygulanmıştır. Lasus, günümüz uygarlıklarının milât adıyla andığı İsa’nın doğumu vuku bulmadan 538 yılında, “s” harfini hiç kullanmadan mitolojik bir şiir ortaya koymuştur ki bu şiir, lipogram türünün malum olunmuş ilk hâlidir. Burada mühim olan yazının sarf olunduğu lisanda sıklıkla kullanılan harfin tasarruf dışı bırakılmasıdır. Bu yolla yazar dilin imkânlarını zorlar, sınırlarıyla tanışır, hatta dimağının hudutlarını tırmanır. Şair Lasus’un da inşasında “s” harfini kullanmaması, bu harfin Yunan lisanında sıklıkla sarf olunmasıyla alakalıdır.
Anadolu sahamızda da tıpkı lipogram gibi bir yazın türü tatbik olundu ki biz onu hazif/hazf olarak adlandırdık. Klasik yazınımızda noktasız yahut noktalı hurûf (harfin çoğulu) bağlamdan çıkartılarak bir yapıt inşa olunurdu. Orada da kural malum bir harfin kullanılmamasıydı. Fakat vurgulamak lazım ki Anadolu sahamızın bu yazını Batının lipogramından çok daha karmaşıktır. Çünkü yukarıda anlattığımız Batı yazınında yalnız bir harf bağlamdan çıkartılır; ancak Anadolu sahası yazınında bu tür, çok daha fazla harfin bağlamdan atılmasıyla uygulanır. Bir misal olması adına; 16. Yüzyılda Nazmî[1] vardır ki sıklıkla bu oyunları şiiri bağlamında kullanır. Yalnızca noktasız yahut yalnızca noktalı hurûfla yazdığı yapıtları olmuştur. Osmanlı’da yazıyı tatbik için kullandığımız hurûfun 19’unun noktalı 15’inin noktasız olduğunu hatırlarsak; yazar, bir yapıt ortaya koymak için kullanabildiği hurûfun yaklaşık olarak yarısını kullanmamak zorunda… Bu durum hazif sanatını çok daha farklı boyutlara taşır.
Anadolu’muzun o âşık atışmaları… Hani iki dudağın kavuşmadığı; kavuşmaması için iki dudak arasına kürdan koydukları… -adını malum harf olduğu için anamıyorum- Düşünüldüğü vakit aynı kurallarla yürüdüğü çabucak anlaşılır. Fakat bizim âşık atışmalarımızda kullanılmayan yalnız bir harf midir? Kaç dudak ünsüzü varsa -m, b, p, f, v- kullanılmaması şarttır. Görüldüğü gibi Anadolu sahası yazını bu hususa da şahsına münhasır bir imza atmıştır.
1969 yılında Anton Ssliharf’in kahramanı olduğu Kayboluş isimli ilginç bir roman yayımlanır. Romanın yazarı G. P.[2] daha üç yaşını doldurmadan İkinci Dünya Savaşında babasını sonsuzluğa uğurlar. Anası da bir Nazi kampında hayatını yitirmiş olan yazarın bu kayboluş sancısı kahramanı Ssliharf’in hayatıyla aktarılır. Romanın odağı olan “kayboluş” olgusu yazarın hayatındaki acı kayıpların bir yansımasıdır. Bu yansıma, yakınlarının yanı sıra “malum harf”in kaybıyla güçlü bir anlatım unsuruna dönüşür. Yazar, bu noktada bir harfini tıpkı yakınları gibi yitirir, kullanamaz olur. Artık tüm anlatacakları da bu harf miktarı noksan kalacaktır. Bir kayboluş sancısı düşünün ki onu tanımlamaya lazım sözcük grupları dahi kaybolsun, yitip gitsin… Yazar bu yoğun kayıp hissini olay örgüsünün dışında biçim unsurlarıyla sunuyor. Roman, C. Yardımcı[3] tarafından aslına sadık kalınarak “malum harf” kullanılmadan lisanımıza aktarılmıştır. Farklı lisanlarda da yapıtın bu lipogramik hususuna itimat olunmuş; İspanyolcasında “a” harfi, Rusçasından “o” harfi hiç sarf olunmamıştır.
Yapıtı bağlamından bir harfi çıkartıp bu durumun kurguyla bütünlük kurduğu iddiasında olan yazarlarımız da vardır. Güya yapıttaki bu harf noksanlığı anlatıda ihtiva olunan duygu bütünlüğünün bir parçasıdır. Kahramanların hatta olay örgüsünün bir ihtiyacı… Açıkçası yazarın başarıya ulaşmış bu sanatlı çabası karşısında takdirimi sunarım. Harfin noksanlığı, yapıt bağlamında harika bir hayal sofrasına sarılmış; üstün, sanatlı bir yazın ortaya konulmuştur. Fakat buyurunuz; buyurunuz ki doğru oturmuyor olsak da doğruyu konuşalım: Bu noksanlık anlatım açısından ciddi bir zayıflık doğurur. İhtimal ki yazar tam anlamıyla kalbini açamaz, acılarını tanımlayamaz. Hatta şu yazımda dahi o malum harfin, o harf vasıtasıyla manaya kavuşmuş sözcük gruplarının zihnimi nasıl kovaladığına bir şahit olsanız… Doğrusu bu noksanlık dilin imkânlarından tam anlamıyla faydalanmaya manidir. Bir yazarın gücü ancak dilinin imkânları ağırlığındadır. Dolayısıyla bu imkânlara kafa tutmak akıl kârı olmasa da hatırı sayılır bir çalım satma usulüdür.
Bu üslup artistiğinin yazar tarafından inkâr olunması; kahramanlar, olay örgüsü, duygu dünyası gibi unsurların vasıtasıyla bu duruma ihtiyaç irat olunması da ayrıca gariptir. Çünkü insan ruhunda dilin anlatmaya kabil olamayacağı kuytuları, o kuytulardan da sapa sokakları, karanlıkları vardır. Nasıl bir dil bunca sonsuzluğu anlatmaya kabil olabilir? Damarlardan kan dolusu akan bir kini hangi lisan tartabilir? Bu sonsuzluğun hakkıyla itiraf olunması, bir dilin tüm cihadıyla dahi imkânsızdır. O vakit bunca sonsuzluğa karşı bir harfin noksanlığına ihtiyaç duyulması… Yazarından cilâlı panayır... Dil insan ruhu için kâfi miktarda noksandır. Uğurlar olsun…
Hiç yorum yok