Bir et ve bir tırnak... Yüzyıllar boyunca duygularımızı resmeden mısralarımız; onları dilleyen ve kuvvetlendiren müziğimiz ile bir bütünü teşkil ettiler. Öyle bir bütünlüktü ki bu, birinin diğerine ayna olması gibi; yahut da aynı olması mı demeliydi… Herhangi birinde vuku bulacak en ufak değişiklik, kuşku yok ki ötekinde de hâsıl olacaktı. Asırlarca birlikte yön bulup beraberce iştigal eden bu iki kıymet, denilebilir ki birbirlerine ayna olmakla kalmayıp tâ ki millî hüviyetimizin de bir uzvu haline geldiler.
Mısralarımızın ve sazlarımızın hissî lisânı sahip oldukları ayrıca bir ruhaniyetten değil, tamamıyla toplum ve kültürümüzün ruhaniyetinden beslenirdi. Hâsılı bu lisân; insanımızın, gönlümüzün, dertlerimizin bir vücuduydu. Saz eserlerimizin –güftesiz- en az sözler kadar manaya haiz olduğu o dönemlerde, sözlerimizin de müzikleştiğini görmek işten bile değildi. Bir misalle Zeki Arif Ataergin Beyefendilerin bestelediği şehnaz bir şarkı vardır; “Beni ateşlere salan o kapkara siyah gözler”. Bu güftenin dördüncü mısrasında geçen “kapansın perde çekilsin cihan sensiz hiçe değer.” ifadesinde bestekâr, perde lafzını hususiyetle uzun uzadıya çekmiştir. Burada maksat, güftelerce çekilen bu perde çekme eyleminin, ezgi lisanınca da çekilmesidir. İşte burada müziğin sözleştiğini görmekteyiz. Mûsikîce bir lisan tasavvur ediniz ki; eylemleri, hisleri ve türlü ifadeleri sözü desteklercesine yahut da sözün üstüne çıkarcasına konuşsun… İşte bu lisân, zannediyorum ki Atalisânımızdı.
O halde, bize ne oluyor ki müziğimiz, bugünlerde sözlerin olmadığı minvalde çırılçıplak kalıyor? Kaldı ki sözler ve bu sözlerin teşkil ettiği manalar ne kadar da sanattan, incelikten mahrum… Bugün, hâlâ -şükür ki- beş ayrı makamdan okunan beş vakit ezanlar semâya yükseliyor. Yüzyıllarca psikoloji ilmini de bünyesinde barındırarak terakki etmiş bu kültür, ihtimal var mı ki bu makamları rastgele seçmiş olsun? Okunan/icra edilen her makamın, insan ruhunda uyandıracağı duygusal boyutlar elbette ki bilinmekte; her söze ve manaya da bu makam ince ince işlenmektedir. Peki modern müziğimizde bu denli ayrıntının varsayılarak icralar yapıldığı, eserler kesbedildiğini söylemek doğru olur mu..?
Makamlar ve etkileri üzerini oldukça ciddi çalışmalar yapılmıştır ki hâlâ az da olsa bu etkiler üzerine yazılan yazılar, yapılan/yapılmakta olan araştırmalar mevcuttur. Bir misalle Nihavend makamının Mecmû’a-i Letâif’deki tanımı kuvvet ve barış duygusu verdiği; hatta akıl hastalıkları üzerinde iyileştirici etkisi olduğudur. Birçok kaynakta da bu görüşe rast gelmek, bu konuda ulema ehlinin fikir birliği içerisinde olduğunu gösterir.
Kabul görülmüş bu tanımdan yola çıkarak bir tespitimi arz edeyim. Herkesin bildiği “Kimseye etmem şikâyet ağlarım ben hâlime” adlı beste, Ermeni asıllı Türk bestekâr Kemâni Serkis Efendi (1885-1944) tarafınca bestelenmiştir. Serkis Efendi, Türk devlet ve hükümetine bağlı, dönemin tüm malum kışkırtmalarına rağmen Türk-Ermeni kardeşliğinin taraftarı bir beyefendidir. Fakat yaşadığı yıllarda Ermeni çetelerinin Türkleri, Türklerinse mecbur kalarak Ermeni çetelerini vurduğu, Serkis Efendi’nin nazarında kardeşin kardeşe kırdırıldığı bir hakikat vardır. Tüm bu hüznün, kırılmışlığın ve çaresizliğin altında ezilen Serkis Efendi, -zannım o ki- kendisini kemanıyla anlatmaya karar verir ve o meşhûr bestesini kaleme alır. Peki, beraberce yaşamayı benimsediği Türk kültür ve milletinin, kendi özvatanı olan Ermeni milleti ile arasına giren ayrılığı, barış etkisi uyandıran Nihavend makamı ile bestelemesi tesadüf müdür..? “Kimseye etmem şikâyet ağlarım ben hâlime/ Titrerim mücrim¹ gibi baktıkça istikbâlime²/ Perde-i zulmet³ çekilmiş korkarım ikbâlime∗/ Titrerim mücrim gibi baktıkça istikbâlime” Bu eserde müziğin ve sözün ilk satırlarda bahsettiğimiz manevi hatta maddi ahengini görmek; müziğin sözler üzerinde bir anlam taşıdığını anlamak mümkündür. Kulak veriniz ki bu eserde sözler görünen ahvali, beste ise bunun ardındaki arzuyu dile getirmektedir.
Söz konusu bu incelikleri, bir adamın tecrübe ettiği yetmiş yıldan ziyade koca bir milletin tecrübe edegeldiği yedi yüz yıl ile anlatmak daha doğru olacaktır. Atalisânımız ifadesiyle izaha çalıştığım bu lisan, yalnızca kelimeler ile değil mûsikî ile de icra edilen anlatılar bütünüdür. İnanıyorum ki bu misallere benzer hâlâ farkında olmadığımız yüzlerce incelikler mevcuttur.
Elbette ki bu kültür zevkine sahip olmamak ayıp değildir. Zira bu değerlerimiz bir altın nevindedir. Altının lisanından anlamak içinse sarraf olmak gerekir. Toplumumuzun bu zevk eğitiminden geçmesi gerekir ki Atalisânımızı idrak edelim ve Yahyâ Kemâl Bey’in ifadesindeki Biz’i° anlayabilelim.
Bir dili öğrenmek nasıl ki insan tahayyülünü genişletiyor, ona yeni ufuklar bahşediyorsa işte Atalisânı öğrenmek de kuşkusuz bize görünen tüm bu âlemi farklı kılacak, eşyanın asıl rengini gösterecek ve bizleri yeni ummanlara seyrettirecektir.
Atalisânı tahsil et âlemi bir daha seyret
Kaldır gözün perdesini gaflet ile harp et!
¹ Mücrim: Suç işlemiş olan, suçlu.
² İstikbâl: Gelecek, gelecek zaman, âtî.
³ Perde-i Zulmet: Karanlık –bir- perde.
∗ İkbâl: Talih, baht açıklığı, saadet.
° Çok insan anlayamaz eski mûsikîmizden
Ve ondan anlamayan bir şey anlamaz bizden. Y. K. Beyatlı
Hiç yorum yok