Geçmiş zamanların, zemheri yıllarından…
Asrın en derinlerinde; dili, ayakları ve cismi olan bir karanlık yaşardı. Bu karanlığın varlığı insan yığınlarının fikirlerine ve yüreklerine sirayet edebilmekle mümkündü. Eğer bir insan dimağında yer bulabilirse diğerlerine sirayet edebilir ve bu suretle büyüyebilirdi. Tüm emeli ise bundan, yani hayatta kalabilmekten ibaretti.
Bu karanlık, bir zaman bizim beldemize de geldi. Kâh halkın arasına karışıp peykelere oturur kâh sokaklarda volta atar, geleni gideni selamlardı. Hayatı bulunduğu beldenin insanlarına bağlı olan bu karanlığın, kendisini sevdirmesi gerekirdi. Ancak bu yolla onların bilinç mahzenlerinde kendisine bir yer bulabilir, orada en güvenli saraylarını inşa edebilirdi. Belki de bu sebeple cismi, dinimin örtülerine bürünmüş, oldukça şirin ve nezihti. Fakat dili, koca beldemizin iki ucunu gölgeleyecek kadar uzun; ayakları bir devinki kadar büyük… Aslında tüm beldemi elinin altında tutan bu çirkin ve kirlenmiş uzuvları, dinimin örtüleri altında o kadar da eğreti durmuyordu.
Karanlık, yayıldıkça yayıldı, bir hayli tanındı. Kendisini sevdirmekte olan istidadı herkesçe bilindi. Ona bir isim bile verdiler: Uygarlık… İnsan bilincinde öyle efsunlu bir hastalığa dönüşüyordu ki; tüm fikirlerini kuşatarak onu özünden koparan, kimliğinden alıkoyan bir tür hastalık mı demeliydi… Yoksa asrın deliliği mi? Sirayeti o kadar sinsi ve muktedir ki, insanın mazisini yıkıp istikbalin arzusunda yakar; böylece kimseleri mazisiyle kıyas ettirmez, düşündürmezdi.
Yine de bir kısım insan vardı ki, imanları taze ve şuurları yerinde idi. Bunun bir uygarlık değil, çirkin bir karanlık olduğuna inanmakta cesurdular. Dinlerini iyi tanıyan, o örtülerin altında yatan çirkinliği görmekte istidadı olan bu azınlık, ne var ki bu hasta kalabalığın karşısında zayıf kalıyordu. Bir elinde yürekleri öteki elinde bilinçleri tutan bu hızla köhnemiş uygarlığa karşı silahsızdılar. Git gide azalıyor ve hastalanıyorlardı. Bu hal ile uygarlık amansız bir hızla yayıldı, ta ki fikirlerin hududunu aşıp gönüllere taştı. Değdiği ne varsa yıktı, eskitti. Beldemiz, hızla yayılan bu hastalığın ağırlığı altında, çürümüş bir cesedin kemikleri kadar dayanabilirdi.
Peki ne yapmalıydı? Evlerimizin, akıllarımızın hatta hayallerimizin bile kimliği bu hastalığın sancısı ile kıvranıyordu. Beldemizin hüviyetini teşkil eden tüm değerler alt üst olmuştu. Hastalığın sirayet ettiği her nazar kirleniyor ve kimde özünden bir tutam kalmışsa ona da irtica kisvesi giydiriyordu. Beldemiz, dehşetli bir yıkımın arifesindeydi.
Derken, tüm bu zemheriliğin ve karanlığın kol gezdiği meydanlara bir şey çıkıverdi. Ne olduğunu anlamak o kadar güçtü ki… Zayıf, bitkin bir ihtiyar gibi… Kollarını omuzlarına attığı iki delikanlı olmasa ayakta dahi duramayacak kadar kuvvetsizdi. Söylendiğine göre eskiden bizim beldemizin camilerini, evlerini hatta insanlarımızın yüreklerini dolduracak kadar geniş ve cömert bir aydınlıkmış. Onun da kuvveti insanların yürek ve akıllarında yer bulmakla mümkünmüş. Birbirlerine her anlamda zıt olan bu ikisinin aynı bedende bulunması ise imkân dâhilinde değilmiş. Aslında asırlar boyu birbirleri ile mücadeleye tutuşmuşlar. Çok uzun yıllardır karanlık galip gelmişse de mağlup olduğunu görenler de olmuş. Gücünü, bulunduğu beldeden alan bu köhne uygarlığın mağlup olması için tek yol varmış: Beldemizin, bu ışık huzmesini tekrardan bir aydınlığa kavuşturması.
Bu nasıl mümkün olabilirdi? Bütün belde nasıl bir araya gelebilir, aynı anda nasıl hareket edebilirdi? Kusursuz bir vezin gerekmez miydi? Belki de bu savaş bireylerin savaşıydı. Beldemiz, bu karanlığa mahkûm olmadan evvel, her bireyin kendi içinde verdiği savaşın bir cenk meydanından başka neyiydi ki? Öyleyse bireylerin galibiyeti, beldemizin zaferi olmalıydı. Bu meydanın askeri de bizdik, kumandanı da… Bu meydanın karanlığı da, aydınlığı da…
Derhal bir kılıç kuşanmalıydı o halde! Karanlığı veya aydınlığı kesebilen, zihinlerin kanını akıtabilen bir kılıç… Öyleyse bu kılıcın bir efsanesi olmalıydı. Yoksa nasıl bir kılıç zihinleri lime lime doğrayabilirdi? Doğrasa bile bir zihnin kanı hangi renk akardı? Belki de insanlık tarihinin en eski silahıydı bunlar. İlmin ya da cehaletin demiriyle dövülen her kılıç bir zihni, aydınlığı veya karanlığı deşebilirdi. Bu meydanın yegâne silahı da bu kulpsuz kemiksiz kılıçlardı. Elle tutulmaz, gözle görülmez… Bilginin veya bilgisizliğin kınında gezdirilen kılıçlar.
İşte aydınlık, işte karanlık… Tüm zorbalığını yanından ayırmadığı heybesinde taşıyan bu karanlık; dimağların iki ucu boyunca uzanmış, yüreklerin aydınlığını kolluyordu. Aydınlıksa, Sahra’daki bir su kadardı. Kıymetli, kıt; fakat mevcut…
Artık harbin destanını yazacak olan da Sahra’daki bu suydu. Bu sudan içen şuurlu neslin alametiyse, karanlık uygarlığa meydan okuyan şu iki mısra olacaktı:
İşte peşrev, işte meydan! İşte sen ve işte belden!
Farkı yoktur aklının beş kemiği kırılmış belden!
Bir yanıt yazın