Süregelmiş binlerce yıldır aynı evreni, aynı güneş sistemini, aynı gezegeni farklı hikayeler ve farklı kimliklerle paylaşıyoruz fakat yüzyıllardır aynı hayatları yaşıyoruz… Yaşam dediğimiz ortalama sayılar, yıllarla belirli olan hayat serüveninde bambaşka yollara girmemize rağmen nasıl oluyor da hepimiz aynı hayatı yaşıyoruz? Bizi birbirimizden ayıran kırmızı çizgilerimiz yok mu? Bizi bir diğerinden üstün kılan kuvvetli meziyetlerimiz yok mu? Nasıl olur da biz yan yana olmaktan bile imtina ettiğimiz o şahıs ile aynı hayatı yaşıyor olabiliriz? Olaya teorik açıdan baktığımız zaman aslında tüm insanlığın aynı düstur ile yaşamlarını idame ettirdiğini söyleyebiliriz ve buna kimse karşı çıkmaz veyahut aksini kimse iddia edemez. İnsan denen varlık, dünya tarihine adımını attığından beri aynı fiziksel evrimde ve yaşam gayesinde ilerledi. Sevdik, birleştik, üredik, doğduk, doğurduk, savaştık, ısındık, barındık ve sonunda öldük. Aynı süreci milyonlarca yıldır tıpkı bir kısır döngüde takılıp kalmışız gibi, evrene gönderilen selamlama mesajları gibi sürekli fakat sürekli yaşadık, yaşıyoruz. Bizi birbirimizden ayıracak bir şey yok mu? İşte bu noktada bütün herkeste var olan ancak çok az kullandığımız, sesini çok az dinlediğimiz, temelde görevi kan pompalamak olan o muazzam organımız devreye giriyor, kalbimiz… Bizi birbirimizden ayıran en mühim şey, dengeleri altüst edebilecek tek şey. İnsanlık tarihinin bu zamana kadar verdiği tüm savaşlar, birbirine düşman iki grup ya da devlet arasında değil, beyin ve kalp arasında geçti. Aslına bakarsak düşünme ve irade olgularını kesin hükümlere bağlayan organımız, beynimiz. Beynimiz mi?
Bugün bu yazıyı yazarken aslında çok zorlandığımı itiraf etmek istiyorum. Her zaman iyi bir yazıcı daha doğrusu aklından geçenleri iyi ifade edebilen biri olduğumu düşünmüştüm, iş pratiğe gelince bunun öyle olmadığını fark ettim ve sanırım buna beynim karar verdi, bilmiyorum öyle mi?
Size eski Mısır’dan günümüze gelip bizi afallatan biraz da düşündürecek bir şeyden bahsetmek istiyorum. Hepimiz biliyoruz ki, Mısır dendiğinde akla her zaman o görkemli piramitler ve elbette mumyalar gelir. Konudan bağımsız gibi gözükse de öncesinde size Mısır’da mumyalama eyleminin nasıl yapıldığından kısaca bahsetmek isterim. Mumyalama fiziksel bir süreçtir ama bunun çoğu aynı zamanda dini bir ritüeldir. Vücudun çürümemesi için bedendeki nemin hemen, olabildiğince ortadan kaldırılması gerek. Çünkü suyun olduğu yerde çürümeler oluşur, su olmazsa beden de çürümez. İç organlar oldukça nemli oldukları için her biri yerinden çıkartılarak özel saklama kutularına konur: mide, bağırsaklar, ciğerler… Beyin de burun deliklerinden içeri sokulan bir tel yardımıyla kafatasının bir kısmı kırıldıktan sonra o tel aracılığıyla burundan akıtılırdı. Yani eğer yüzyıllar önce Mısır’da yaşayan biri olsaydık şu an o çok övündüğümüz beynimiz bile bizimle mezara gelemeyecekti… Bütün organlar dikkatlice çıkartılıp, bazıları önemsiz bir çöp edasıyla bir köşeye atıldıktan ( bknz: beyin) sonra ölen kişinin ahirette tekrar yaşam bulacağına inanıldığından ötürü bu organlar özel sandıklara konulup, ölen kişiyle beraber gömülürlerdi. Bütün organları saydık değil mi? Hayır, bütün hepsi değil bir eksik var. Bu mumyalama süreci içerisinde ölünün vücudundan çıkarılmayan tek organ kalp. Beyin bir köşeye atılmış, diğer hayati organlar özel sandıklarda sakınılmış ve kalp, bedenin doğumu ve ölümü arasında yerinde hiç hareket etmeyen tek organ olarak kalmıştı. Peki eski Mısırlılar neden böyle bir süreç izledi? Okuduğum ve okumaktan çok zevk aldığım bir kitapta Firavun’un ölümü ve mumyalama süreci hakkında şöyle diyor: “ Mumyacılar, Firavun’un öbür dünyada yeniden dirildiğinde tam olması için bedeninin neredeyse tüm parçalarını sakladılar. Buna karşın, işlevini bilmedikleri beyni atmayı tercih ettiler. Mısırlılar, insanların beyinle değil, heyecanlandığında hızlı hızlı çarpan kalpleriyle düşündüklerine inanırlardı. İncil’de, Firavun İsraillilerin gitmesini inatla reddettiğinde, “ Firavun’un kalbi katılaşmıştı.” diye yazar.” Yani kısaca Mısırlılar kalpleriyle düşünüp karar verdiklerine inanıyorlardı. Bugün bu sözlere bilimin ışığında dosdoğru bir şekilde katılamasam da büyük ölçüde benim de buna inandığımı söyleyebilirim. Kabul etmek ve inanmak arasında fark vardır, değil mi? Yazımı bitirmeden önce yine kitaptan bir alıntı yapmak istiyorum: “Firavun’un kendi cesedini yeniden canlandıracak sihirli büyüleri hatırlayabilmesi için, bedenin içinde yalnızca kalp bırakılmıştı.”
Demem o ki sevgili dostlar, milyon yıldır üzerinde yaşadığımız bu dünyada bizi birbirimizden farklı kılacak tek şey kalbimizdir. Şimdi kendimize daha doğrusu kalbimize soralım. Bu yolculuğun neresindesin ey kalbim?
Hiç yorum yok